Hazırlık ve İlk Ruh Hali
Haziran ayındaki Uludağ Ultra’da 50 Km’lik parkuru tamamladıktan sonra, açıkçası yazın gelişi ve iş yoğunluğu arasında garip bir motivasyonsuzluk yaşamıştım. Antrenmanlar seyrekleşmiş ve performansımda doğal olarak bir kötüleşme hissediyordum. Sonra, duruma el koyup, önce Kapadokya Ultra’ya kayıt oldum, sonra da antrenman programı hazırladım. Yarışa 6 haftalık bir zaman vardı. Duruma göre 110K’dan 60K’ya geçiş yapabilirdim 2 hafta öncesine kadar. Başladım antrenmanlara.
Rodopi’ye hazırlandığım geçen seneki gibi, haftasonları 30-40K uzun koşular yap(a)masam da, belirli bir disiplinde, haftaiçi 3 gün koşup, haftasonları da 15-20K gibi koşular yaptım. Ortalamaya vurduğumda haftalık 45K’lık bir antrenmandan söz ediyoruz. Kimine göre bu çok az gelebilir. Herkesin süre ve performans hedefleri farklı olabilir; dolayısıyla bu işin hazırlığının net bir km formülü yok aslında. Etrafımdakilerle konuştuğumda veya yazılarını okuduğumda, haftada 80, hatta 100-120K arası koşanlar dahi var. O kadar koşmak için öncelikle motivasyonum, sonrasında vaktim yok diye düşünüyorum. Buna paralel olarak çok rekabetçi veya iddialı bir bitirme süresi hedeflemiyordum. Ama gene de ‘Acaba yeterli olacak mı bu hazırlık?’ kaygısı taşımadım değil.
Ürgüp: Kayıt, Akşam Yemeği
Cuma akşamüzeri Kayseri’ye indim ve organizasyonun servisiyle Ürgüp’e, otelime, Taşsaray’a rahatça ulaştım. Check-in yaptım, kahvaltıyı sordum hemen.
– Yarış 7’de başlıyor, 5:30 gibi kahvaltı almam mümkün olur mu?
– Siz sabah buraya gelin, bir arkadaşımız görevli olacaktır. O yardımcı olmaya çalışır size.
Hadi bakalım. Heyecan vardı. Doğruca kayıt işlemlerimi tamamlamak istiyordum, ama önce kafa lambama pil almam gerekiyordu. Girdiğim ilk tekel bayide efsane bir diyalog yaşadım:
-AAA pil var mı?
-Ne için kullanacaksın?
-Var mı, yok mu?
-Ne için kullanacaksın?
Sanki bir filmdeydim ve bir silah dükkanına girmiştim. Satıcı tezgaha iki farklı pil çıkardı,
-Bak bu 2.5 lira. Bu da 1 lira, ama işini görebilir, bunu da alabilirsin. Onun için soruyorum, ne için kullanacaksın?
-(!?*)
2.5 lira olandan aldım ve çıktım. Ama sanki çok tehlikeli ve hatta yasak bir şey almış gibi hissettim. Kayıt merkezine gidip, yarış paketini aldım. Çıkarken Aykut Çelikbaş’ın ‘Ultra Kitap’ının satıldığı standı gördüm, hemen aldım. Kitabı Aykut Abi’ye imzalatma şansını ne yazık ki bu sefer yakalayamayacaktım. (Kitabın bir sayfasında Cem Gaygusuz’un geçtiğimiz sene İznik Ultra’nın başlangıcında çektiği fotoğrafa da yer vermişti)
Oradan meydandaki akşam yemeğine geçtim. Tanıdık simalarla selamlaştık. Yemek sırasında sponsorların olduğu panoya baktığımda Acıbadem Fulya’yı görmek ilginç geldi. “Tüm sakatlıklarınız için buradayız” mesajı veriliyordu. 3 sene kadar önce dizimdeki sıkıntı için hastaneler ve doktorlar gezdiğim için biliyorum; Fulya’nın ortopedi bölümü iyiydi.
Otele dönüp çantamı ve dropbag’imi hazırlamaya koyuldum. Gelmeden önce bunları belki de saatlerce düşündüysem de, gene de bir vakit aldı. En sıkıntılı konu ise batonları nasıl taşıyacağımdı. Yeni aldığım Salomon S-lab Sense Ultra 8 Set çanta o kadar minimal ve hafif tasarlanmış ki, batonları iliştirebileceğim bir yer bulamadım. Özel bir baton kılıfı düşünmüşler ama henüz burada bulamadım. Batonları çantanın ana gözüne sokuşturmaya karar verdim; çantaya zarar gelmemesi için de bir çorabı katlayarak dibe gelen ucu sarmaladım. (Bu çorap tekinin, yarışın sonuna doğru hayat kurtarıcı olacağını henüz bilmiyordum.)
Yarış sabahı
Sabahleyin 5:15’te kalktım. Aşağıya indiğimde yemek salonunun aydınlık ve içeride başka insanların da olduğunu gördüm. Burada bayağı ciddi bir kahvaltı hazırlanmıştı! Hiç de öyle ‘bir arkadaş yardımcı olacak’lık bir durum yoktu. Çok mutlu oldum. Diğer sporcularla tanıştık, parkur sohbeti yaptık. İsmini hatırlayamadığım bir kişi, “Ben Gediminas’ın kampına geldim. Çok iyi şeyler gösterdi. Benim hedefim 16 saat” dedi. Benimkini sorduğunda, bilmediğimi söyledim. Evet, yanıma parkur ara noktalarının bilgilerinin olduğu bir tabloyu almıştım, ama tam olarak bir zaman hedefi kuramamıştım. (Yarışın son 30 km’sini düşününce, zaten böyle bir hedef asla tutmazmış.)
Başlangıç alanına gittim. Instagram’dan takip ettiğim Oregon’lu Amy Sproston, ortada biryerde krem sürüyordu vücuduna.
Team Twilight ile dev grup fotoğrafı çekildik. İrem ve Serhat’la karşılaştım. Heyecan doruktaydı onlarda da: (Foto: Serhat Yanıkoğlu)
Ve start’a doğru ilerledim, yarış-öncesi endişesiyle.
Başlangıç, 0-10K
Kalabalık, coşkulu bir başlangıç oldu. Beyaz platolara ayak bastığımızda, güneş de yerini almıştı. Durup, fotoğraf çekmemek için insanın kendini bayağı zorlaması gerekirdi. Zorlamadım:
Henüz belki 15-20 dakika olmuştu ki, arkadan telaşlı bir ses duydum:
– At geliyor! At geliyor, kaçın!
Gerçekten iki adet at, hızlı bir şekilde koşucuların arasından koşturuyordu. Kenara çekildik, geçtiler. Sonra bir tepeye tırmandılar. “Herhalde oradan başımıza inmezler” derken, hızlı bir şekilde inip, koşturmaya devam ettiler. Bu esnada bir kişinin kenara kendini can havliyle atıp, yuvarlandığını gördüm. En sonunda gene bir başka at üstünde bir seyis, ipini koparan atları kontrol altına almak için arkadan yetişti. Heyecan oldu.
10-26K
Uçhisar’a doğru ilerlerken, hava nefisti.
Bir ara önümde acılı bir iç çekme sesi duydum; fotoğrafta arkamda yer alan koşucunun eli kanıyordu. Ne yapabileceğimi pek bilemedim, ama ileride tıbbi destek olacağını söyledim. Nitekim 200 metre ileride anayol geçişinde görevlileri gördüm ve ilgilenmelerini rica ettim. 1 dakika geçmemişti ki, anayolun karşısından dik ve kaygan yamaçtan inerken, tüm uğraşlarıma rağmen kendim düştüm. Elimde kanı gördüm. Yanağım ve bileğim sıyrılmıştı. Geçen birisi ‘iyice bastır, çok akmasın’ dedi. O kadar mı akıyordu? Yukarıya geri tırmanmak yerine, biraz su döküp ilerledim. Uçhisar’a vardığımda sıyrıklara batikon sürdürdüm. O anlar Verim Gümüşsoy’un kamera kaydına takılmış: (02:28) Parkurun ilk kısmı hakkında bir fikir verecektir.
26-43K
Yarışın ilk bölümünde 5:30 pace ile devam ettim. 60K parkurundakilerin de temposu, bu bölümde itici bir güç oldu. Net bir yarış planım yoktu; taktik olarak ‘ilk 60K iyi bir tempo ile gideyim, kalanı da ‘yapıştırırım’’ diye düşünmüştüm. Buna bağlı kaldım diyebilirim. Göreme’ye doğru Giuseppe ile tanıştık. Rai kanalının İstanbul ofisinde çalışıyormuş, müthiş türkçe konuşuyordu.
Çavuşin istasyonuna vardığımda, herkesin sıcaktan bunaldığı belliydi. Müthiş bir yeme-içme hazırlamışlardı. İyi hissediyordum.
(“Bir tas daha istiyorum!”)
43-58K
Akdağ’a çıkarken batonlarımı çıkardım. Nedense katlanır batonlarımı tam açamıyorum, bir tıkanıklık var. Kısa boyda kullanıyorum, ama bu bile işe yarıyor. Uzun, iniş-çıkışı bol bir yarışta, batonlar çok iyi geliyor. Bacaklardan tüm yükü alabiliyor. Sanki dinlenmeye geçiyorum. Tek sıkıntı sıcak. Dudak kremi sürmediğimden sanırım, kuruluk hissi feci. Suyu boğazımdan geçirmeye değil, dudağıma yaymaya çalıştığımı farkediyorum. (Bu his yarışın devamında ve hatta takip eden iki gün daha devam etti) Tatlı bir köpecik tüm tırmanışta bana eşlik ediyor. İstasyona vardığımda gölgeye geçmiş, hemen destek verdik. Nasıl da kana kana suyu içiyor:
Ürgüp istasyonuna vardığımda, iyi hissediyordum. Zamanlama hiç fena değildi. Burada inanılmaz bir açık büfe kurulmuştu. Karnımı güzelce doyurdum. ‘Team Twilight’ da belirdi; keyifler yerinde. Dinçer’den batonlara bir bakmasını rica ediyorum. Sağolsun, sert bir hamleyle tam boya açıyor ikisini de. (Fakat uyguladığı kuvvetin aynısını, yarışın bitiminde kısaltmak için uygulayamıyor olacağım.)
58-71K
Bu kısımdan sonra uzun bir süre yalnız gidiyorum. Damsa istasyonuna vardığımda hava kararmak üzere. Önce uzun içliğimi giyiyorum. Gönüllülerden birininin bu esnada beni dikkatle süzdüğünü hissediyorum. İçimden ‘yapacak birşey yok’ diyorum. Sonra ikinci kafa lambamı, kafamdan geçirip, belime indiriyorum. Polat Dede şaşırıyor:
– Kaç yıllık dağcıyım, kafa lambasını böyle kullananı ilk kez görüyorum… Üstelik benim dağcılığı öğrendiğim insan şu an federasyon başkanı!’
Bunu ben birisinden görmüş müydüm, net hatırlayamıyorum: bele oturtmayı yani. Belimdeki hemen önümü aydınlatırken, kafamdaki baktığım yeri aydınlatmış oluyor. Ayağımı taşa saplamayı gelenek haline getirdiğim için, bu alabileceğim küçük bir önlem aslında.
71-82K
‘Koş – yürü’lere başlıyorum. Yokuş aşağılarda tempoyu arttırıyorum. Fakat, Taşkınpaşa’ya gelmeden önceki 2-3 km’de inanılmaz bir kum denizine giriyorum. Zeminin içine ayaklar gömülüyor adeta. Etrafa dağılan kum, rüzgarın da etkisiyle ağzıma giriyor neredeyse. Kısa bir süre sonra birkaç ayak parmağımın çok acığıdığını hissediyorum. ‘Köye var, orada bakarsın’ diyorum. Taşkınpaşa istasyonu’na geldiğimde, içeride herkesin ayakkabısını çıkardığını görüyorum. Benim durum şu:
Tozluk giymeme rağmen, ayakkabının içinden bir kum dağı çıkıyor neredeyse. Sol çorabım biraz yırtılmış. Çorapları çıkarmaya cesaret edemiyorum. Spartatlet Mert Derman içeri giriyor:
– Bu parkuru ikinci defa koşan var mı?
Açıkçası, pek nazik bir parkur değil. Koşmaktan ziyade işkence isteyenlere yönelik hazırlanmış.
82-95K
Toparlanıp çıkıyorum, fakat kum denizleri devam ediyor. Yolda Gareth’la tanışıyorum. Kapadokya tepelerinde ‘Brexit’ muhabbeti yapıyoruz. Çorabımın delindiğini söyleyince, eşinin burda olduğunu, bir çorap ayarlayabileceğini söylüyor. O an gerek olmadığını söylüyorum ve tempomu arttırıp, sonra görüşmek üzere devam ediyorum. (Gareth’ı sonra bir daha görmüyorum; ama benden yarım saat önce bitiriyor yarışı)
Ayaklarım kötü durumda. Ayakkabılarımdaki kumu boşaltmıştım. 1 ½ numara da büyüktürler ama nedense parmaklarım sonuna kadar yaslanmış gibi hissediyorum. Parmaklarımı içe kıvırarak koşuyorum, acıyı hissetmemek için. 20 km kalmış, burada son vermek istemiyorum bu maceraya.
Karlık’a vardığımda mecburen ayakkabıları ve çorapları çıkarıyorum. Çorap iyice parçalanmış:
Yarışın başında batonlar çantaya zarar vermesin diye sardığım tek adet çorabı, sol ayağıma giyiyorum. Ürgüp’ten sonra düz ve hafif eğimli kısımlarda tutturduğum 7:30 pace ile, kendime göre iyi bir şekilde yol alsam da, bu ve önceki istasyonda verdiğim yaklaşık 45 dk ayak bakım molası ile tüm iyi performansımı çöpe atmış oluyorum. Parmakları kıvırarak koşmak da ayrıca yavaşlatıyor… Üzücü.
95-115K Bitiş
Taşocağı’na doğru giderken fransız bir grubu yakalıyorum. Sert, keskin kaya inişleri başlıyor. Gerçekten çok keyifsiz. Koşmak değil, yürümek bile imkansız. Ayağımızdaki koşu ayakkabıları ile çok tehlikeli. Bilekli trekking ayakkabıları ile sakince inmeyi gerektiren yerler. Ama bir başka fransız grup 3x hızımızda kayalardan iniyor. Tecrübe mi demeli…
Taşocağı istasyonuna girip, çıkıyorum, ısı değişimi yaşamak istemiyorum. İstikamet Ürgüp. Kayalar devam ediyor. Hiç de ‘Son 10 km’ gibi bir 10 km değil. Köyün ışıkları yaklaşıyor. Gönüllüler ‘son 1 km’ diyor, ama değilmiş, değilmiş işte, yanlış söylüyorsunuz.
Finish’i geçiyorum.
Ortalık beklediğimden daha hareketli. Gece 02:20. Yemek yiyenler var. Açım aslında, ama odama gidip uyumak istiyorum. Masaj fikri cezbedici geliyor. Ama:
– Ayakkabılarınızı ve taytınızı çıkarmanız lazım.
Çıkarırsam bir daha giyemeyebilirim. Ben burdan gideyim en iyisi. Ve Team Twilight da geliyor. Sarılıp, birbirimizi tebrik ediyoruz. Bu cehennemden canlı çıkmıştık.
Yarış Sonrası
Odama gidiyorum, bir duş alıp seriliyorum.
Ertesi gün kan-ter içinde uyanıyorum. Sanırım yaşadığım büyük ısı değişikliğinden ötürü, vücut ne yapacağını şaşırmış. Çantamı toparlıyorum, ama batonlarımdan birini katlayamıyorum, olmuyor. Havalimanı servisinde birkaç arkadaştan rica ediyorum, asılıyorlar, ama olmuyor. Katlayamadığım için çantama koyamıyorum ve büyük bir endişe ile batonumun tekini, herhangi bir koruma olmadan, kontuarda bagaj için teslim ediyorum. Aklımda canlanan sahnede, bagaj bölümünde çalışan iri kıyım bir görevli, batonu dizinde kırıp parçalara ayırıyor öfke içinde. Ama bu gerçek olmuyor ve sağlam şekilde batonu İstanbul’da teslim alıyorum.
Eve gelince farkediyorum:
- Meğer yarışta geçtiğimiz kum denizlerinde, kum, ayağın teri ile birleşip, ayakkabının ön kısmında sert bir kalıp oluşturmuş. Parmaklarım bu duvara çarptığı için acımıştı. 3 mor tırnak zayiat söz konusu. Ayakkabının topuk kısmı da iskeletine kadar erimiş, onarılır mı bilmiyorum.
- Batonların açılıp kapanmaması, bir önceki yarıştan sonra yaptığım sıvı sabunlu temizlikten kaynaklanıyordu. Durulamama karşın, sabun yer yer kalıntı bırakmış, tutukluğa neden olmuş. Kesinlikle yapılmaması gereken birşey olduğunu artık biliyorum.
Sonuç
Yarışı 19 saat 26 dakikada tamamladım. 110K parkuruna başlayan 205 ve tamamlayan 152 kişi arasından 71. olarak bitişi geçtim.
Yarış kaydım:
Garmin https://connect.garmin.com/modern/activity/2286815191
Strava https://www.strava.com/activities/1260945003
Gözüme çarpan başka youtube videoları:
Gez Gör Koş Eğlen
Haldun Aydıngün
Bundan Sonrası
Kapadokya Ultra, ülkedeki en iyi ultra organizasyonu olabilir bu seneki haliyle. Müthiş bir coğrafyada, çok farklı ülkelerden insanlarla koşmak büyük keyif. Tüm istasyonlar özenle hazırlanmış, çok sayıda gönüllü/çalışan itina ile destek verdi.
Fakat parkurda önemli bir değişiklik olmazsa bir daha 110K parkuruna kaydolmam diye düşünüyorum. (60K’yı tercih ederim) Şu anki haliyle özellikle son 20-30 km’lik kısmı, koşma coşkusunu ayağımdan alan bir parkur zira. Benzer düşünen insanların da olduğunu biliyorum; umarım dikkate alınır.
Sırada İstanbul Maratonu var. Uzaklarda triatlonlar tamamlayan Mehmet’le beraber maraton koşmak üzere sözleştiydik. Lakin işi çıkmış, gelemiyor. Kötü organizasyon ve aşırı sevimsiz parkura rağmen, gene de koşuyor olacağım. Özel bir hazırlık yok, ama insan gene de en iyi süresini geliştirebilir mi merak ediyor…
Tebrikler Burak, keyifle okudum. Batonlar icin bir tavsiye, Nalburlarda ya da yapi malzemeleri satan yerlerde WD 40 alip, yarislardan ya da kullandiktan sonra ondan sikarak saklarsan bahsettigin sorunun onune gecebilirsin. Gareth ile ayni otelde kaliyorduk, yaristan sonraki gun kahvaltida baya sohbet ettik. Bu arada AAA pilleri ne icin kullanacagini yazmamissin, cok merak ettim 🙂
Çok teşekkürler Aykut Abi, sana da çok büyük tebrikler! Tavsiye için de sağol; birkaç yerde daha gördüydüm, kesin edineceğim bir WD40. Pilleri ne için kullanacağını bence kimse söylemesin, heyecanı bizzat tecrübe etsin 😉